Yazılar

Duyarlılığın Önceliği ve Önemi

Bu içerik. UM:AG tarafından yürütülen 29. Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında Şiddetsiz Toplum Derneğince 29 Ocak 2022‘de Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezinde düzenlenen etkinlikte FKSD Yönetim Kurulu Başkanı Ali Apaydın’ın derneğimiz adına yaptığı konuşma metnidir.

  • Uyarı: Bu içerik FKSD bünyesinde üretilmiş özel bir içerik olup telif hakları kapsamında korunmaktadır. Metnin telifi yazarına aittir. Yazardan yazılı izin alınmadığı sürece, metnin başka bir sitede ya da basılı bir yayın organında kullanılması yasaktır. Tanıtım amaçlı yapılacak kısa alıntılarda site isminin ve bu sayfaya ait linkin tam olarak belirtilmesi zorunludur.

Hayvana Yönelik Şiddete Karşı Toplumsal İttifak Nasıl Sağlanır ve Sürdürülür?

Öncelikle uğradığı suikast sonucunda 29 yıl önce hayatını kaybeden, yazdıkları ve yapıp ettikleriyle Türkiye tarihindeki özgürlük mücadelesinde çok geniş bir hacmi bulunan değerli gazeteci-yazar sayın Uğur Mumcu’yu, eski bir gazeteci olarak saygıyla anıyorum. Bu acı olay üzerine bu etkinlik dizisinin yıllardır var olmasını sağlayan Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı yetkilileri ile bu söyleşiyi düzenleyen Şiddetsiz Toplum Derneği üyelerine teşekkür ediyorum.

Günlük yaşamlarımızda kullandığımız ifadeler çoklukla felsefî bir terminolojinin içinden gelmezler, bununla birlikte zannedildiğinden çok daha fazla bir şekilde felsefenin en temel soru ve sorunlarına yönelik deneyimlerimize karşılık gelirler. Ve tam da bu yüzden bizi süratle felsefe yapmaya, felsefece hareket etmeye ve felsefeyle başlamaya davet ederler.

Felsefe Kültür Sanat Derneği adına burada görüşlerimin alınmak istediği konu başlığı da doğrudan bir soru ifadesine karşılık geliyor zaten. Diğer konuklarla birlikte benim bir kısmına odaklanacağım bu soru şu: İnsana, hayvana ve çevreye yönelik şiddete karşı toplumsal ittifak nasıl sağlanır ve sürdürülür?

Bu sorunun olası tüm yanıtları başat bir kavram üzerine şekillenir: Duyarlılık. Yani bu soruyu en kısa haliyle şöyle yanıtlayabiliriz: duyarlılıklarımızı artırarak böyle bir ittifakı sağlayabilir ve sürdürebiliriz.

Bu noktada duyarlılık kavramının önceliğinden hareketle yol almaya başlamak zorundayız. Duyarlılık kavramı, pek çok filozofun haklı bir şekilde belirttiği gibi, bilinçli bir varlık olarak insanı, hem düşünme hem de eyleme alanında tüm dünyanın önüne koyarak sınayan, varolmanın anlamını sorgulatan kavramdır. Çünkü duyarlılık, zihnimizi ve duygularımızı besleyen, onları harekete geçiren, zihnimizin ve duygularımızın mevcut hallerini aşmamızı sağlayan hem bir düşünme hem de bir eyleme çabasıdır.

Şu halde burada konu edindiğimiz ittifakı sağlayabilmek ve sürdürebilmek için sorumuzu şu şekilde dönüştürebiliriz: Duyarlılıklarımızı nasıl artırabilir ve onları yapıp etmelerimize nasıl katabiliriz?

Esasen bu sorunun yanıtı da oldukça basittir: tam da şu an yapmakta olduğumuz şeyleri çoğaltarak. Çünkü duyarlılıklarımız, bir arada yaşayabilme kültürümüzü geliştirme adına, değiştirme gücümüzü de ifade eder aynı zamanda. Ve bu anlamda değişim denen şey, insan teklerinin değişmesiyle başlayıp, değişenlerin bir araya gelmesiyle genişleyen, çoğalan ve nihayetinde toplumsallaşan bir esastır. Ülkemizin siyasi haritasında ısrarla ve inatla aksi ileri sürülse de içinde duyarlılığı taşıyan bir değişim, daima tabandan tavana doğru olan ve insanlığın yakın politik geçmişinde “sol kültür” olarak adlandırılan yaklaşımlara ait bir özelliktir.

Kendi başlığım özelinde, konuşma süremi de gözeterek, bu duyarlılığımızı artırmak için her birimizin gündelik hayatında çok sıradan bir şekilde bulunan tek bir örneği dile getirerek ele alacağım konuyu. Bu yüzden, bu konuşmamın çok daha geniş kapsamlı bir şekilde irdelenmesi gereken bir konu olan hayvana yönelik şiddete karşı neler yapılabileceğine yönelik sadece bir kesite işaret ettiğinin gözden kaçırılmamasını rica ediyorum. Nitekim konunun bütününe ilişkin, FKSD olarak bir söyleşi dizisini bizzat yürütmekte olduğumuzu da bilmenizi isterim.

Ele alacağım örnek şu: Her birimiz şu ya da bu şekilde beslenmek için marketlere ya da bakkallara gidiyor ve gerek kendimiz gerekse sorumluluklarını üstlendiğimiz yakınlarımız için, bir takım gıdalar alıyor ve aldığımız bu gıdaları tüketiyoruz. Ve hemen her gün deneyimlediğimiz bu sıradan eylemlerimiz içinde hayvanlara karşı tek bir şiddet göstermediğimizi düşünüyoruz –hatta bu eylemlerimiz içinde hayvanlara ilişkin tek bir düşünce dahi meşgul etmiyor zihnimizi. Çünkü marketlerden aldığımız gıdaların üzerinde ceset değil et yazıyor; işkence değil süt yazıyor, yumurta yazıyor… vesaire. Zihnimizde tek bir soru işareti yok…

Kuşkusuz birçok insan gibi şu an bu salonda bulunan birçoğumuz da, şiddet söz konusu olduğunda buna neredeyse koşulsuzca karşı olduğumuzu beyan etmekte hiç tereddüt göstermeyiz. Ve birçoğumuz hayvana yönelik şiddet söz konusu olduğunda da, sözgelimi bir sokakta bir kediyi ya da köpeği tekmeleyen, onu yerden yere vuran birini gördüğümüzde derhal tepki veririz ya da en azından derin bir acı hissederiz. Bununla birlikte, yediğimiz ve dahası yememiz gerektiğini düşündüğümüz etler söz konusu olduğunda boğazımızdan geçen lokmanın hunharca öldürülmüş bir hayvanın bedenine ait bir parça olduğunu hemen hemen hiç düşünmeyiz, hiçbir acı hissetmeyiz, dahası damağımızda tadını aldığımız bu hayvan parçasının lezzetinden derin bir zevk bile duyarız.

Nedir bunun sebebi? Çünkü günümüzde bir yazımda belirttiğim gibi, hayvan öldüren insan sayısı ile ölü hayvan yiyen insan sayısı arasındaki uçurumun derinliği hayranlık uyandırıcı bir düzeydedir artık. FKSD olarak sürdürmekte olduğumuz 21. Yüzyılın Uygarlık Gündemi: Türcülük adlı söyleşi dizimizin son oturumunda da konu ettiğimiz gibi, günümüzde bir hayvanı yetiştiren, onu öldüren, onun cesedinin parçalarını gıda, giyim vb gibi bir malzeme olarak işleyen, sonrasında üretilen bu malzemeyi pazarlayan ve bu malzemeyi satın alarak kullanan kişiler birbirinden çok farklıdır. Ve şayet bir çalışan olarak bu zincirin içinde değilsek, birçoğumuz sadece söz konusu ceset parçalarını kullanmak dışında hiçbir şey yapmayan insanlarızdır. Burada hemen her birimizin süratle fark edeceği gibi, bu zincirin içinde bulunan insanların büyük çoğunluğu yaşamı boyunca tek bir hayvanı öldürmemiştir. Dahası bu zincirin içindeki insanların ezici çoğunluğu etik olarak bir hayvanı öldürmeyi doğru bulmayan kişilerden oluşmaktadır. Ancak buna rağmen içinde bulunduğumuz çağda, insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar hayvan öldürülüyor, hiç olmadığı kadar hayvan bir an evvel öldürülmek için akıl almaz bir süratle besleniyor ve öldürülüyor.

21. yüzyıl yaşayıcıları olarak insan dışı hayvanlara karşı işlediğimiz suçlar o denli çok ki, şayet mümkün olup da bir mahkeme kurulsa, onların bizi affetmesi için yüzyıllar hatta binyıllar boyunca af dilesek az olacaktır. Bununla birlikte, duyarlılığın derinliği merhamet olarak anlam kazanır. Bu noktada, nasıl ki, Lev Tolstoy’un ünlü eseri Anna Karanina’da Levin karakteri, yapıp ettiklerinden sonra kendisini affettirmek için tek çıkış noktası olarak sevgilisi Kiti’nin kendisini yaptıklarına göre değil de merhametine göre bağışlamasını diliyorsa, bizler de hayvanlara karşı tüm bir insanlık tarihi boyunca, bilhassa da sanayi devrimi sonrasında yapıp ettiklerimiz karşısında onlar tarafından yapıp etmelerimize göre değil, sadece merhametleriyle bağışlanabiliriz, çünkü onlarla sadece bu şekilde birlikte yaşayabiliriz!

Duyarlılık, yaşadığımız hayatlar içindeki yapıp etmelerimizin inceltilmesiyle ortaya çıkan anlamın, o her birimizin aradığı yaşamın anlamının var edilmesi noktasındaki en başat kavramlardan biridir. Gündelik bir ifadeyle dile getirmek gerekirse, duyarlı bir yaşam, incelikli bir yaşamdır. Çünkü duyarlılık bir incelik meselesidir! Ki yaşamımızdaki etik çemberlerimizin genişletilmesinde, bir arada birlikte yaşayabilme maharetlerimizi geliştirebilmemizde olmazsa olmazın adıdır duyarlılık.

Hayır! Yapıp etmelerimizdeki çelişkilerimizi, küçük, tatlı kusurlarımız olarak adlandırarak hiçbir sorumluluk üstlenmeden yol almamız, şiddete karşı çıkabilmemiz asla mümkün değildir! İnsanlık tarihinde hiçbir hak, entelektüel bir sığlık ve entelektüel bir vurdumduymazlıkla elde edilmediği gibi hiçbir hak mücadelesi de entelektüel bir sahtekârlıkla kazanılmamıştır!

Bu yüzden nasıl ki küfür ede ede kadın haklarını, LGBT+ haklarını savunamaz, dilini kopartıp, kabadayı, gerontokrat, eril bir gramerle konuşup insan haklarından söz edemezsek; ceset yiye yiye, ceset giye giye, ceset kullana kullana hayvan haklarını savunduğumuzu öne süremeyiz!

Hayvanlara, insanlara ve çevreye yönelik şiddete karşı toplumsal bir ittifakı sağlayabilmek ve sürdürebilmek için başlamamız gereken nokta bizzat kendi yaşam çemberlerimiz içindeki duyarlılıklarımızı artırmaktır. Ve başkaca da bir çözüm yoktur. Ve bir duyarlılığın artırılması için entelektüel bir ilginin ve dürüstlüğün bir ön şart olduğu da çok açıktır.

Kendi adıma, şunun gayet farkında olan bir insanım, içinde yaşadığımız günlerde, sürekli olarak bir birey olarak yapıp etmelerimizin ne denli küçük şeyler olduğunu çok sık işitiyor kulaklarımız. Belki de şu an bu salonda bulunan insanların birçoğu da, kendi beslenme, giyinme vb alışkanlıklarını değiştirerek hayvanlara yönelik şiddete karşı çok da önemli bir yol alamayacağımızı düşünebilir. Ama bu asla ve hiçbir şekilde doğru bir söylem değildir. Konuşmamın başında belirttiğim gibi, değişim bizzat bireylerde başlayan ve değişen bireylerle yol alan, tabandan tavana doğru ilerleyen bir süreçtir. Ve ilk büyük filozof Sokrates’in Hesiodos’tan alıntılamayı çok sevdiği ünlü cümledeki gibi: Aza az katmak, asla boşuna bir uğraşı değildir.