Yazılar

Kültür ve Miras | Cengiz Çakmak’la Söyleşi

FKSD Yönetim Kurulu Başkanı Ali Apaydın’ın İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Çakmak’la yaptığı bu röportaj, FKSD olarak Milet: Epistemik Devrimin Başlangıç Mekânı adlı sergi ve söyleşi etkinliğimizle katıldığımız Expo Heritage 2021 kapsamında gerçekleştirilmiş ve etkinlik sorumlularınca etkinlik tanıtım kataloğunda yayımlanmıştır.

  • Uyarı: Bu içerik FKSD bünyesinde üretilmiş özel bir içerik olup telif hakları kapsamında korunmaktadır. FKSD’den ya da Cengiz Çakmak’tan yazılı izin alınmadığı sürece, metnin başka bir sitede ya da basılı bir yayın organında kullanılması yasaktır. Tanıtım amaçlı yapılacak kısa alıntılarda site isminin ve bu sayfaya ait linkin tam olarak belirtilmesi zorunludur.

Kültür ve Miras Üzerine

Ali Apaydın  (AA): TDK tarafından “kültür” sözcüğü “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olarak tanımlanıyor. Yabancı dillerdeki sözlüklerin pek çoğunda ise –sözgelimi Oxford Languages’da– “Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının toplamı” vb gibi tanımlamalar yapılıyor. Bu tanımlamalarda “tarihsellik”, “gelişim”, “değer”, “toplumsallık”, “egemenlik”, “düşünüş” gibi felsefede büyük önem taşıyan birçok kavram kullanılmakta. Sorum şu: bu tanımlamalar kültür kavramını ne ölçüde içeriyor mu sizce?

Prof. Dr. Cengiz Çakmak  (CÇ): Öncelikle şunu söylemeliyim: her türlü konuşma bir çerçeve içinde gerçekleşir. Birbirimizi anlayabilmek için ele aldığımız konuya ilişkin belirli çerçevelerimiz vardır. Şu an ikimiz de bu çerçeveler bağlamında konuşuyoruz. Ancak felsefi düşüncenin özelliklerinden bir tanesi, çerçeveler bağlamında konuştuğumuz kadar, bizzat bu çerçevelerin eleştirisini de yapabilmektir. Tabiri caizse felsefi düşünce öküzün altındaki buzağıyı arar, bulur ve çıkarır.

Bildiğiniz gibi sözlükler konvansiyonel yapılardır. Ortalama fikirlerdir. Dolayısıyla her tanım bir sınırlamadır. Tanım kavramının Eski Yunancasına bakarsak periorismós, sınır çekmek manasına gelir. Sınırı çektiğiniz zaman neyi içerde, neyi dışarıda tuttuğunuza bağlı olarak tartışmanın güzergâhı belirlenir. Felsefi düşünce bağlamında sıradan tanımlarla iş yapamayız. Kaldı ki benim açımdan bilimlerin belli yönleri hariç, kültürel ve politik konularda tanım yapmak düşünceyi daraltmak demektir. Burada da her iki sözlüğün düşünceyi daralttığını, düşünme olanaklarını elimizden aldığına dair bir görüşüm var.

TDK, kültürü genel anlamda almış. Bu anlamdan bakarsak, insana yapılan bir vurgu var. Türkçedeki “insan” kavramından hareket edersek, insan, ünsiyet kazanmış varlık demektir –belli alışkanlıkları, belli düşünme tarzları olan ve belli nomos[1]ları, kuralları, değerleri yaratmış bir varlık. Benim açımdan da, insan dediğiniz zaman insanın başladığı bir yer vardır. Ancak felsefede de olduğu gibi hemen her düşünmede çeşitli başlangıç noktaları vardır ve bunlar da genellikle keyfidir. Çünkü başlangıcı temellendirmekte çok zorlanırsınız; ama çerçeve-düşünceler, tarımcı-düşünceler, her başlangıcı çok sıkı fıkı çerçevelere ya da tanımlara oturtur. Burada temel fikrim şu: başlangıçlar bir seçimdir ve başlangıçları temellendirmek kadar zor bir iş de yoktur. Kaldı ki, benim felsefe anlayışım da belli konularda temellendirmelere gelmez. Ben kültür için başlangıç noktasını mağara olarak düşünüyorum. Mağaraya baktığımız zaman, kültür bağlamında insan için mağarada birinci şey, hepimizin bildiği o el işaretidir, o el işaretinin konulmuş olmasıdır. Orada bir el işareti vardır ve bu “Burası benimdir” demektir. İşte burada kültürle ilgili Türkçede kullanılan önemli terimlerden bir tanesi karşımıza çıkıyor: temellük etmek. Yani sahiplenmek.

İşte o insan mağaraya elini bastığı anda birkaç tane şey çıkıyor karşımıza –çünkü el basarken aynı zamanda resim de yapıyor. Yaptığı bu resim yaşadığı dünyayı yeniden üretiyor. Yani yaşadığı dünya üzerine düşünüyor. Bu anlamda da homo sapiensin ipuçlarından birini buluyoruz: düşündüğünü düşünen varlık. Burada da yaşadığını resmeden bir varlık. Kültürün başlangıcını ben burada anlıyorum.

Şimdi o mağaraya bir de ateşi sokalım. Ateş için Prometheus’dan burada söz etmek istemiyorum. Ama ateş dediğiniz zaman bir topluluğun oluştuğu anlamına gelir bu. Ve bu insanın bir teknolojisi var demektir artık. Bir teknoloji kullanıyor, bir teknoloji üretiyor ve ürettiği bu teknoloji üzerine düşünebiliyor. İnsan dediğimiz varlığın bu anlamda bir teknolojisi var ki bu teknoloji kullanıyor ve bu teknolojiyi geliştiriyor. Bu teknoloji ile beraber kendisi de gelişiyor ve dinsel bağlamda inanışları var ve dinsel bağlamdaki inanışları da onun, tırnak içinde ahlaki, hukuki, toplumsal norm ve kurallarını da meydana getiriyor. Bir de bunun yanı sıra çevresine ilişkin bir ilgisi var. Şimdi bu anlamda kültür dediğimiz zaman, insan dediğiniz varlık bir kültür varlığıdır –bir doğa varlığı değildir. Doğayı dönüştürmüş ve böylece kendisi de dönüşmüş. İşte bu insanın en temel özelliklerinden biridir.

Şimdi TDK’nın tanımı böyle bir insana biraz uygun gibi görünüyor –fakat yine de problemler var. Oxford sözlüğüne geldiğimiz zaman ise kültürle ilgili ikinci yaklaşım olan kültür ve civilisation terimleri arasında örtük bir ayrım yapılmış gizliden gizliye –onun çerçevesi de bu. Ki bu bağlam bizde de çok tutmuştur. Bu yaklaşıma göre,  civilisation, yani uygarlık ya da medeniyet kültüre göre daha önemli bir şeydir. Bu çerçeveyi benimseyenler şöyle bir söz söylerler: “Her toplumun kültürü vardır ama her toplum civilisationı yaratmamıştır. Bu söylem, inceden inceye ayrımcı bir tınıyı beraberinde getiriyor. Yani civilisation ya da uygarlık daha önemli bir pozisyonda, kültür ise bölgesel ve yerel topluluklara ait bir şey. Burada civilisation yüksek değerler, yüksek kültür bağlamında ele alınırken, daha basit anlamıyla kültür ise daha alt değerlere, daha alt seviyelere işaret ediyor. Bu genellikle İngiliz tarzı düşüncede çok hâkim bir fikirdir. Ancak Fransız felsefesinde civilisationla kültürün geçişken bir şekilde kullanıldığını söyleyebilirim. Almancada da uzun zaman bu terim kullanılmamıştır. Bu anlamda ben uygarlık ve kültür ayrımının rahatsız edici bir ayrım olduğunu, zaten evrensel-kültürcülüğün –yani evrensellik düşüncesinin de birleştirmekten daha çok ayrımcılığa yönelik bir fikir olduğunu düşünüyorum…

Neticede, her iki kültür tanımı da belli varsayımlarla iş yapıyor. Varsayımlar sorgusuz sualsiz kabul edilirse problemlidir. Belli konuları anlamaya, açıklamaya, açmaya çalışırken kullandığınız bir takım arka plan varsayımlar vardır. Bu varsayımları sorgusuz sualsiz kabul ederek bu açıklamaları yaparsanız büyük problemler ortaya çıkar. Çünkü bir durumu açıklamaya çalışan varsayımın kendisi de bir açıklamaya muhtaçtır. Şunu unutmamamız gerekiyor, doğal olarak tanım yapmanın arkasındaki çerçeveler, kendilerini sorgusuz sualsiz bir şekilde düşüncenin içine sızdırırlar. İşte bu iki sözlük tanımında da ben bunu görüyorum.

AA: Anladığım kadarıyla, tanımlamalarda kullanılan “gelişim” kavramından hareketle kültürü tüm insanlığa ait tek bir bütün olarak ele almamızın bir tür ayrımcılık olduğunu söylediniz. Bununla birlikte felsefede önemli tartışmalardan biri de evrensel bir düşünme olanağımızın olup olmadığı üzerinedir. Bu noktada konumuz bağlamında size şunu sormak istiyorum: Felsefe ve kültür arasında nasıl bir ilişki vardır sizce? Sözgelimi, bir kültürün felsefesinden ya da felsefesiz bir kültürden söz edebilir miyiz?

CÇ: Burada şuna dikkat etmek lazım. Bir kültür tarihsellik içindedir, evet. Ancak tarihsellik bugünkü çerçeve bağlamında –yani eleştirilmiş burjuva uygarlığı bağlamında ilerlemeci bir anlayıştır. Yani her şeyin zamanla daha iyi olacağı fikri üzerine kurulu bir anlayış. Kendi adıma elbette her şeyin zamanla daha iyi olacağı fikrine itibar etmiyorum. Çünkü bu anlamıyla tarihsellik dediğiniz şey bir kurgudur, bir icattır. Bu icat bağlamında siz, sizden önceki yaşanan durumlara ilişkin bir sıralama yaparsınız ve bu sıralamayı yapanlar her zaman galiplerdir.

Şöyle diyelim; bir kere TDK’nın sözlüğündeki egemenlik terimi bir yakalanma aralığıdır. Çünkü burjuva kültür anlayışı, topluma da doğaya da egemenlik koyma anlayışıdır. Bu anlamda egemenlikten söz ettiğiniz anda bir iktidarı ortaya koyarsınız. Bu sorunuzu bu bağlamda şöyle yanıtlayabilirim: evet, bir kültür felsefesi vardır. Ve kültür felsefesi, politik bir felsefedir. Kültür felsefesi taraflı bir felsefedir. Kültürün kendisi zaten yansız, tarafsız izole bir yapı değildir. Kültür dediğiniz şey, durağan bir göl gibi değildir; çalkantılı, açık deniz gibidir. Sürekli orada iktidar ilişkileri, çatışmalar söz konusudur. Kültür felsefesi, politik olan kültürün üzerine politik bir eleştirel düşünme koymaktır. Ve bu günümüzde unutulmuş olan hususlardan bir tanesidir. Türkiye’de biz, kültürü çok yalıtık bir öge olarak ele alıyoruz. Kültür felsefesi de böyle her şeyin üzerinde bir felsefeymiş gibi kendini sunuyor. Hayır, her kültür felsefesinin bir seçimi vardır! Şimdi esas olan sorunuz ise şu: her kültürün bir felsefesi var mıdır? Yoktur. Ve bu da büyük bir günah değildir! Yani kültür felsefeleri vardır ama her kültürde felsefe yoktur. Ancak burada da uygarlıkçı seçimler önemli; bir kültürün değeri felsefesiyle ölçülüyor, felsefesi varsa ölçülüyor. Ancak şunu da söylemeliyim ki, yaşadığımız dünyanın en önemli özelliği felsefesizliktir. Bir başka ifadeyle neoliberal felsefe ya da liberal evrenselci felsefeler tipik birer felsefesizlik felsefeleridir. Yani esas sorunu ortaya koyalım: Şu an yekpare olduğunu düşünen uygarlığın –sözüm ona “evrensel uygarlığın” en önemli yönü felsefesiz olmasıdır.

AA: Felsefesizlik, oldukça ürkütücü, tedirgin edici bir durum… Peki, sizce kültürler felsefe olmadan değerler üretebilirler mi? Bu anlamda değer üretmeyen bir dünyanın içine mi sürükleniyoruz gün be gün?

CÇ: Bence bu konuya da temkinli bakmamız gerekiyor. Sözgelimi Eski Yunan için, Miletos için bir felsefi kültürden söz ediyoruz bugün. Evet, Eski Yunan dünyasında bizim için, şu an felsefi bir kültür var. Orası için baktığınızda durum farklıdır. O günün bir yurttaşı için orada bambaşka şeyler vardır ve belki de felsefe hiç olmayandır. Öte yandan felsefeleşmiş kültürlerde fazla abartılmamalıdır. Mesela yine, Kant’ın zamanında bizim için felsefi anlamda bir kültür var. Kant’ın evrenselciliği bağlamında felsefeleşmiş bir kültür var. Felsefe her şeyin başçavuşu rolüne soyunmuş adeta. Ve unutmayın ki bu şekilde kültürün felsefeleşmesi fikrini Kant yaratmadı, bu fikir de oralardan bizim için çıkartıldı. Fakat bu fikir de biliyoruz ki, Almanya’da ciddi anlamda bir faciaya yol açmıştır. Bununla birlikte evet, tekrar ediyorum, yaşadığımız çağ, bilhassa son elli yıldan beri felsefeleşmemiş bir kültürün dünyasıdır ve ağırlıklı olarak bilimselcilik hâkimdir bu çağa. Bilimsellikten değil, bilimselcilikten söz ediyorum. Bu anlamda felsefe günümüz dünyasında eleştirel ve politik tarzını gerçekleştirmede çok zorlanıyor. Sonuç olarak şöyle diyebilirim; bazı kültürlerin içinden felsefi düşünce çıkabilir. Ama içinden felsefe çıkmış olması o kültürleri yüceltmez, çıkmamış olması da o kültürleri daha alt seviyede bir kültür olarak görmemize neden olamaz.

AA: Biraz da miras kavramı üzerine düşüncelerinizi almak istiyorum. Miras, ancak ölen bir şeyin sonrasında kullanma hakkımız olan bir kavram. Sorum şu: “miras” ve “kültür” kavramlarını felsefi açıdan bir arada kullanma hakkına ne ölçüde sahibiz sizce? Sözgelimi, bir kültür ölebilir mi; ölen bir kültür korunabilir mi?

Bu sorunuza yönelik UNESCO’nun kültürel varlıkları koruma fikrinden hareket ederek, önce onların ambleminin bir analizini yaparak giriş yapmak istiyorum. O amblemin birinci çizgisi yazılarla iç içe geçmiş bir daire. Son zamanlarda da dairenin içinde dörtgen ya da bir kare ve ondan sonra da bir üçgen fikri var. Daire sürekliliği ve sonsuzluğu sembolize eden bir figür, aynı zamanda muhasara etmek, kuşatmak anlamlarına da geliyor. Ama sonsuzluk fikri amblemde hem var hem yok bir açıdan da; çünkü kırılmış bir halde karenin içine doğru gidiyor daire şekli. Yine de benim anladığım kadarıyla daire sonsuzluğu, evrensel kültürü, bütünleştirici olanı temsil ediyor.

Shakespeare’in Kral Lear’ında bir karakter şöyle der: “Ben size benzerliklerden ziyade farklılıkları göstermek istiyorum.” Bu da benim felsefe anlayışımın en temel fikirlerinden bir tanesidir –yani farkları göstermek. Bence burada daire, neoliberal ya da liberal felsefe bağlamında sürekliliği, korumayı ve doğayı temsil ediyor. Çünkü doğada köşeli yapılar yoktur. Norm kelimesi insanların dünyasına ait bir şeydir. Normlar dik açı demektir. Ve burada da o karenin anlamı benim için insanlar tarafından yapılanlardır. Amblemin ön varsayımı şu belli ki: insan ile doğa arasında bir bütünlük, bir uyum vardır –ya da amblemi yapanlar böyle olduğunu düşünüyor. Ama yaşadığımız realite bunun böyle olmadığını gösteriyor. Yani köşeli olmak, insanların yapıp etmelerini, kültürel yapıp etmeleri gösteriyor. Amblemdeki üçgen ise ilişkiselliktir. Çünkü felsefi düşüncede bir kavramı ele almak istiyorsanız en az üç tane öge lazımdır size. Bu bağlamda burada üç öge üç kişiyi temsil ediyor gibi. Ama her zaman için üçüncü kişi ikinci kişinin dışında kalıyor.

Evrensel kültür fikrinin bütünleştirici olmaktan ziyade ayrıştırıcı olduğunu daha önce söylemiştim. Zannediyorum ki semboller insanların kültürel bilinç dışını yansıtır. Bu amblemin kültürel bilinçdışında da üçgen, şu yakalanmayı bana çağrıştırdı: iki kişi tırnak içinde kültürel mirası koruyabilir ve üçüncü kişiler de bu mirasın korunmasında bu iki kişiye uymalıdır. Çok mu abartıyorum bilmiyorum; ama kültürel miras konusunda burada şöyle bir fikrin vurgulandığını düşünüyorum ben: “Kültürel mirası, kültürel mirasın bulunduğu coğrafyalardaki insanlar koruyamıyorlar, korumayı bilmiyorlar. Şu halde biz onlar adına koruyalım.”

Buradaki “biz” kim?.. Elbette ki Batı. Bildiğiniz gibi 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında Türkiye’deki arkeolojik yapılar ve eserler ciddi bir şekilde yağmalanmıştır. Bu yağmalamanın bir kısmının Osmanlı Devletinin izniyle yapıldığını da görüyoruz; bir kısmının da gizli. Ve bugün şöyle deniyor gibi geliyor bana: “Sen bunları korumayı bilmiyorsun, biz bunları aldık, koruduk ve müzelerde sergiledik, sergiliyoruz.”

Bence günümüzde kültürel mirasla ilgili en büyük problem bu… Kültürel miras dediğimiz objeleri, alışkanlıkları, halk folkloruyla ilgili konuları müzelerde sergilemek demek, onları ölüme, ölmeye bırakmak demektir. Yani müze zaten anıtsal mezar anlamına geliyorsa, o zaman birinci şey buradan yakalanıyor. Günümüzde kültürel miras dediğimiz şeyler neyse, onları müzelerde ya da bulundukları yerlerde sergilemeyi amaçlıyoruz. Ama böyle bir korumacılık o geçmişin mirasını, geçmişin seslerini, geçmişin yaşantısını ölüme terk etmektir. Mesela yapacağımız etkinlik bağlamında şunu sorabiliriz: Miletos’u nasıl canlandırabiliriz? Yani Miletos’u sadece koruyarak mı yoksa başka bir şeyler daha yaparak mı canlandırabiliriz? Hiç olmazsa ikinci soruya “sadece koruyarak” yanıtını vermememiz gerektiği çok açık. Birinci soruyu ise çok iyi düşünmeliyiz.

Sorunuzun esasına gelince; miras kavramı Batı dillerinde heritage –yani, babanın malları, babadan kalanlar anlamlarına gönderme yapıyor. Mesela Fransızcadaki patrimoine ve patrimoine mondial[2] kavramları –babadan kalan dünya ya da babanın kültürel mirasına işaret ediyor. Yani miras söz konusu olduğunda daima bir baba var. Ve elbette miras için bir ölüm olayının da olması gerekiyor –babanın ölmesi gerekiyor. Yani miras, bir baba öldükten sonra bize kalan şey…

Türkiye’de de miras kavramını açtığımız zaman biraz eskimiş de olsa, evrak-ı metrukâ gibi bir kavramla karşılarız –yani terk edilmiş evrak, sizden önceki kuşaklardan kalan belgeler, yazılı eserler gibi şeyler. Metrukâ kelimesi terk etmeden gelen bir kelime, yani tereke. Yani miras babamın terekesi, babamın terk ettikleri, babam tarafından terk edilenler demek. Ve bir deyiş daha var bizde: âsâr-ı atika –yani eskimiş olan eserler –ki “antika” diye galat-ı meşhur olmuştur bu kavram.

Görüldüğü gibi mirasta, bir terk etme, terk edilme ve eskime fikri var. Ben buna üçüncü olarak atika kelimesinde bulduğum bir anlamı da ekliyorum: bir köleyi azat etmek, özgürlüğüne kavuşturmak. Bu anlamda miras bakımından atika kelimesine tekrar yüklenmeye başladığım zaman, karşıma şu çıkıyor: ilkin benim onunla bir bağım var, bana babamdan kalmış, benden önceki kuşaklardan kalmış ve terk edilmiş ve ben de hem onu sahiplenmeli, korumalı hem de ondan kurtulmalıyım. İşte felsefi açıdan, miras ve kültür kavramlarına ilişkin bu motifler üzerinden bir açıklama yapacağım size.

Miras için, öncelikle babanın bedeniyle hesaplaşmam gerekiyor. Çünkü ölen şey babanın bedenidir –ruhu değil. Ölen babayla beraber belli iktidar ilişkileri ve bu iktidar ilişkileri bağlamındaki kültür de ölmüştür. Ama bu ölüm, o iktidar ilişkilerini meydana getiren üretilme koşullarının da öldüğü anlamına gelmez. Bu noktada babanın ruhuna gelince; o ruh eninde sonunda yaşıyor. Bu yüzden, babanın ruhuyla da hesaplaşmam gerekiyor. Kısacası, eğer babanın ölümünden sonra bana kalan bir miras varsa, bu mirası, yani geçmişi, şimdide geleceğe açabilmem gerekiyor. Biliyorum ki, babanın ruhuyla geçmişi geleceğe açamam. Çünkü babanın ruhu zaten gasp etme üzerine kuruluydu. Mesela arkeolojik eserler bağlamında bize kalanlara baktığınız zaman, bu kalan yapılar, anıtlar, metrukâlar, her neyse, tamamen babanın zaferinin bedenleridir; onu anıyorlar çünkü. Bu yüzden benim, babanın iktidarcı ruhundan kurtulmam gerekiyor. Çünkü babanın ruhuyla bakmaya devam edersem, sıkışır kalırım; çünkü bu ruh zaten kendi iktidar ilişkileri bağlamında bakmıştı dünyaya. Ben bu bakışı sürdüremem. Eğer sürdürmeye kalkarsam, hep babanın bilincine hapsolmuş olurum –öte yandan o bilinci sahiplenmeliyim de, çünkü kendi varoluşum da onun üzerine şekilleniyor, şekillenecek; ama şunu unutmamalıyız ki, onu terk etmeden, onu sahiplenemem.

Şu halde, babanın ruhunu terk etmem lazım. Babanın ruhunu canlandırmamın bir anlamı yok. Yani, geçmişe gelecek sağlamak için geçmişi canlandırmalıyım, ama onu babanın ruhundan kurtularak, kendi ruhumla canlandırmalıyım –bugünde, şimdide, kendi bedenimde canlandırmalıyım. Şunu demek istiyorum; babanın bedeni gibi, ruhunu da gömmeliyiz ki, ondan kalanları ancak böyle yaşatabiliriz. Çünkü bedensiz bir ruhun anlamı olmadığı gibi, ruhsuz bir bedenin de anlamı yoktur. Kendi adıma şöyle diyebilirim; babaların ruhlarının çocuklarını kurban etmesinden ciddi anlamda ruhum ezildi artık. Babanın ruhundan kurtulamadığımız sürece kültürel miraslar konusunda bir yol alabileceğimizi zannetmiyorum.


[1] Nomos. Eski Yunancada, yasa, yerleşik kural gibi anlamları olan sözcük.

[2] Fransızca sözcükler sırasıyla yaygın kullanımda “miras” ve “dünya mirası” anlamlarına gelmektedir.